Merhaba! Ben Emine Koç. Aşağıdaki satırlarda, sesimi nasıl aradığımı, tam buldum derken nasıl yitirdiğimi ve sonra yeniden nasıl keşfettiğimi bulacaksın. Okursan, belki kendi sesine rastlarsın.

1. Çocukluğun Kıyısında

İlk kitabım bir isyandı, İnce Memed’in isyanı!..
Küçük bir çocuktum, o kitapla büyümeye başladım.

Sayfaların arasında dağlar vardı, ovalar vardı,
özgürlüğün tozu toprağı vardı.
Yaşar Kemal’in kelimeleri,
babaannemin anlattığı hikâyeleri giyinmiş gibiydi:
Hem gerçek hem derin.

Tek kanallı yıllardı ama bizde ses çoğuldu:
Hikâyenin sesi, sobada yanan odunun sesi,
rüzgârın sesi, sessizliğin sesi…

Zaman ağır akardı,
kelimeler uzun uzun gezinirdi odalarda.

Kitap sayfaları, başka hayatlara açılan çatlaklardı.
O çatlaklardan içeri bakar, kendi gölgemi arardım.
Ve o arayışta İnce Memed’le karşılaştım.
Onun öfkesi, benim içimde kıvılcım oldu.

2. Şiirin Gölgesinde – Kırmızı Zamanlar

Şiir,
önce defterime yazıldı,
sonra duvarımda asılı kaldı,
sonra da içime yerleşti.

Nazım Hikmet‘in umudu,
Ahmed Arif’in naifliği,
Hasan Hüseyin’in kavgası,
Orhan Veli‘nin yalınlığı,
Can Yücel’in kahkahası,
Aragon‘un aşkla karışık isyanı,
hepsi benim suskunluğumda demlendi.

Sonra şehir değişti,
ritim hızlandı.

Yürüyüşler alanlara sığmazdı,
kuşlamalar gökyüzüne savrulurdu.
Sloganlar büyüktü;
kendi sesimizi bastıracak kadar!..

Dayak yedik, işkence gördük.
Copun acısı çabuk geçti.
Yalnız kalmadık, yine de bazen öyle hissettik.

Sonra bir gün, bir derginin kapısından girdim.
Ve sesim yuvasına döndü!
Bu kez, anlatmak için.

3. Herkesin Sustuğu Yerde – Gazetecilik Yılları

İçeride herkes konuşuyordu,
ama tek bir sese indirgenmişti bütün cümleler.
Ve benim sesim kaybolmuştu aralarında.

Dışarıda tam sesim yuvasına döndü derken…
Ne anlatmak kolay oldu,
ne de yazmak…
Çünkü gerçek, gücün elindeydi.

Yıllarca kelimelerle bir yol aradım.
Bir yanım belge topladı,
diğer yanımsa hikâyeleri duyurmaya çalıştı.
Ama bu kez de dinleyen çıkmadı.

Mülksüzler,
o çelişkinin içinden sessizce geçen bir kitaptı —
ve ben orada kendimi duydum.

4. Düşüş, Ses ve Küller

Bir sabah, yıllarca üst üste koyduğum tuğlalar
sessizce yıkıldı.
Hayatım sandığım şeyin üstüme çöktüğünü duymadım,
sadece altında kaldım.

Hiçbir şey okuyamadım,
hiçbir şey yazamadım,
konuşamadım,
yürüyemedim de…

Zaman durmuş değildi,
ama ben durmuş gibiydim.

Kafamın içinde binlerce ses vardı.
Hepsi aynı anda konuşuyor,
ama hiçbiri susturamıyordu diğerini.
Düşünceler üst üste biniyor,
içimden geçip bana değmeden gidiyordu.
Ve ben…
kendime bile sesimi duyuramıyordum.

Ve bir gün,
o gürültünün içinde bir ses duydum.
Önceleri cılız geldi.
Ama sonra giderek derinleşti,
karanlığın içinde usul usul büyüdü.
Sıcacıktı ses, yumuşacıktı.
Annemin sesiydi o…

Anlatamadım, anlayamadım.
Ama o sadece “duydu.”
Ve her şeyin yerini tuttu.

O sesin ardından,
Önce Kirke tuttu elimden.
Sonra Aşk konuştu.
Ve ardından,
Gece Yarısı Kütüphanesi’nin kapısı
içimde usulca aralandı.

Ve sonra bir gün…
bir kelime geldi.
Küçük, ürkek bir kelime.
Ardından bir diğeri…
Ve ben yeniden yazmaya başladım.

Bu defa kelimeleri başkalarına değil,
kendime duyurmak için yazıyordum.
Sesim kısıksa da, yankısı güçlüydü.
Yıllarca susmuş bir anlatıcıydım,
ama anlatacaklarım birikmişti.

Her yazıyla biraz daha çoğaldım,
her satırda biraz daha özgürleştim.

Ve şimdi biliyorum:
Bu bir geri dönüş değil!
Bu bir dönüşüm.

Küllerimden değil belki,
ama külleriyle barışmış bir ruhla…